Yalnızlık, sahiden de herkesin başa çıkmak için türlü yollar
denediği bir durum. Kim ne derse desin, yalnız olmak bir tercih olduğu sürece
her ne kadar problem teşkil etmese de bir zorunluluk haline geldiğinde, içinden
çıkılamayan bir labirente dönmeye başladığında inkar edilir, hiç de keyif vermez, çünkü
yalnız hissetmek bir seçim değildir. Başa çıkmaya çalışır insan, tıpkı Pietro
gibi. Kimi zaman takıntı haline getirdiği bir platonik aşkı hayatının merkezine
yerleştirir, kimi zaman ise ne git ne de kal diyebildiği “şahane misafirlerini”.
Ferzan Özpetek’in sineması hakkında belki de aklımdan
geçenleri en doğru anlatan kişi Alin Taşçıyan’dır. Altıncı filmi “Saturno
Contro” nun DVD baskısının arka kapağında da yer alan sözlerinde der ki “Ferzan
Özpetek’in sinemasında kendine özgü bir aroma var. Yorgunluk kahvesi gibi. Kokusu
çekiyor, içimi yumuşatıyor, hem rahatlatıyor hem uyanık tutuyor.”
Hep söylediğim gibi kahve ayrı bir kültürdür. Öyle alelade
marketten alınıp üzerine kaynar suyun boca edildiği hazır kahvelerden
bahsetmiyorum. Elinize çekirdek halinde aldığınız, sıcaklığını kokusunu hissettiğiniz,
parçalarına ayrılırken ki aromasını içinize çektiğiniz halinden bahsediyorum. O
ilk yudumu ağzınıza aldığınızda damağınızdan vücudunuza yayılan keyfi tarif
etmek çok da mümkün değildir. Tıpkı Özpetek’in sinemasının kalbimizde, içimizde
bıraktığı hislerin yansımasının tarifinin pek de mümkün olmadığı gibi.
Kabul etmek gerekir ki vizyona çıktığı an izlenecekler
listesindedir Özpetek’in filmleri benim için. Hatta birkaç kez izlenmelidir.
Bir şekilde tanıdık gelir, ama aynılıktan değil, yarattığı hislerden, dokunuşundan dolayı. Bu
hisler asla gülmek ve ağlamak gibi değildir, tuhaftır betimleyebilmek. İnsanın
o ta en içine dokunan sihirli bir aroma yayar. Şahane Misafir’de olduğu gibi.
Ne yalan söyleyeyim, Cem Yılmaz ismini duyduğum zaman
ürkmüştüm. Bu his, Türkiye için hazırlanan afişlerde kendisinin en öne yerleştirilmesiyle
daha da artmıştı. Elbette daha geniş kitlelere ulaşması için bir pazarlama
stratejisi uygulanabilir, nitekim filmi gördüğümde de bunu anladım. Gayet yerli
yerinde kullanılan bir isim olarak kalmış, güzel bir renk olmuş. Biliyorum ki
sinema salonlarına gelen birçok kişi yeni bir GORA izlemek için gelmiştir, ama
benim izlediğim seanslarda kimsenin memnuniyetsiz ayrılmamış olması, bazen doğru
işlerin öyle ya da böyle halka ulaştığında mutlaka kabul göreceği teorisini de
kuvvetlendirmiş oldu içimde. Nitekim bambaşka bir kitle , Ferzan Özpetek’in
sinemasıyla tanışma fırsatı buldu tüm önyargıların ötesinde.
Yönetmenin daha önceki iki filminde de (Cahil Periler-Bir Ömür
Yetmez) yer alan Margherita Buy’ın yanı sıra başrol oyuncusu Elio Germano
dikkat çekiciydi. Kocaman gözleriyle öyle çok şey anlatıyordu ki, filmin son
karelerinde ya da sevdiği adamın evine geldiğinde kendisine söylediklerinin
ardından tutulma anında olduğu gibi, kimi zaman konuşmasına bile gerek yoktu. Bir
şekilde her filminde yer alan yemek masası, başlarda etrafı boş olsa da
sonraları yine dostluklara, keyifli sohbetlere ve kahkahalara mekan oldu. İlk
karesinden son karesine bir diğer başrol de film müzikleriydi denilebilir. Daha
önce Karşı Pencere ve bazı filmlerinde beraber çalıştığı benim de çok sevdiğim
Andrea Guerra ile bir süredir çalışmamalarının nedenini bilmiyorum. Mine
Vaganti filminde olduğu gibi bu filmde de Pasquale Catalano müzikleri yapmış,
çok da güzel olmuş. Sezen Aksu’nun yaptığı, finalde yer alan “Gitmem Daha” için
ise söylenecek söz yok. İnsan anlıyor ki sahiden müzik, evrendeki en önemli
hatta belki de tek ortak dil. Sanat yönetiminin başarısını da elbette es
geçmemek gerekir.
Hep düşünmüşümdür, acaba Türkiye’de filmlerini çekmeye devam
etseydi neler olurdu diye. İnsanların hayatlarında kırılma noktaları vardır
elbette. Hamam filminden sonra hamamcıların yaptıkları “bizim hamamlarımızda
böyle şeyler olmaz” açıklamaları ya da Harem Suare’nin çekimleri sırasında
karşılaştığı bürokratik engeller düşünüldüğünde ne yalan söyleyeyim her işte
bir hayır varmış, iyi ki İtalya’da devam etmiş çalışmalarına diyorum. Çünkü bu
ülkede derdini anlatmak bile zorken sanat yapmak, hem de kimi zaman insanların
kendilerine dahi itiraf edemedikleri şeyleri onların yüzlerine karşı göstermek
belki de imkansız. Bir film elbette yetmiyor her şeyi anlatmaya, ama her
filmini izlediğmizde hayata dair anlar yakalamak mümkün. “Şahane Misafir” o
keyifli anları barındıran filmlerinden sadece biriydi, ve damakta bıraktığı
lezzet her zamanki gibi paha biçilemezdi…
bkn:La Finestra di Fronte-bekleyişler...vazgeçişler...
İtalya'da bir Türk-Ferzan Özpetek
bkn:La Finestra di Fronte-bekleyişler...vazgeçişler...
İtalya'da bir Türk-Ferzan Özpetek
Barış Kerem BAHAR
NİSAN 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder