16 Nisan 2012 Pazartesi

Magnifica Presenza-Pietro'nun şahane misafirleri...



Yalnızlık, sahiden de herkesin başa çıkmak için türlü yollar denediği bir durum. Kim ne derse desin, yalnız olmak bir tercih olduğu sürece her ne kadar problem teşkil etmese de bir zorunluluk haline geldiğinde, içinden çıkılamayan bir labirente dönmeye başladığında inkar edilir, hiç de keyif vermez, çünkü yalnız hissetmek bir seçim değildir. Başa çıkmaya çalışır insan, tıpkı Pietro gibi. Kimi zaman takıntı haline getirdiği bir platonik aşkı hayatının merkezine yerleştirir, kimi zaman ise ne git ne de kal diyebildiği “şahane misafirlerini”.

Ferzan Özpetek’in sineması hakkında belki de aklımdan geçenleri en doğru anlatan kişi Alin Taşçıyan’dır. Altıncı filmi “Saturno Contro” nun DVD baskısının arka kapağında da yer alan sözlerinde der ki “Ferzan Özpetek’in sinemasında kendine özgü bir aroma var. Yorgunluk kahvesi gibi. Kokusu çekiyor, içimi yumuşatıyor, hem rahatlatıyor hem uyanık tutuyor.”

Hep söylediğim gibi kahve ayrı bir kültürdür. Öyle alelade marketten alınıp üzerine kaynar suyun boca edildiği hazır kahvelerden bahsetmiyorum. Elinize çekirdek halinde aldığınız, sıcaklığını kokusunu hissettiğiniz, parçalarına ayrılırken ki aromasını içinize çektiğiniz halinden bahsediyorum. O ilk yudumu ağzınıza aldığınızda damağınızdan vücudunuza yayılan keyfi tarif etmek çok da mümkün değildir. Tıpkı Özpetek’in sinemasının kalbimizde, içimizde bıraktığı hislerin yansımasının tarifinin pek de mümkün olmadığı gibi.

Kabul etmek gerekir ki vizyona çıktığı an izlenecekler listesindedir Özpetek’in filmleri benim için. Hatta birkaç kez izlenmelidir. Bir şekilde tanıdık gelir, ama aynılıktan değil, yarattığı hislerden, dokunuşundan dolayı. Bu hisler asla gülmek ve ağlamak gibi değildir, tuhaftır betimleyebilmek. İnsanın o ta en içine dokunan sihirli bir aroma yayar. Şahane Misafir’de olduğu gibi.


Ne yalan söyleyeyim, Cem Yılmaz ismini duyduğum zaman ürkmüştüm. Bu his, Türkiye için hazırlanan afişlerde kendisinin en öne yerleştirilmesiyle daha da artmıştı. Elbette daha geniş kitlelere ulaşması için bir pazarlama stratejisi uygulanabilir, nitekim filmi gördüğümde de bunu anladım. Gayet yerli yerinde kullanılan bir isim olarak kalmış, güzel bir renk olmuş. Biliyorum ki sinema salonlarına gelen birçok kişi yeni bir GORA izlemek için gelmiştir, ama benim izlediğim seanslarda kimsenin memnuniyetsiz ayrılmamış olması, bazen doğru işlerin öyle ya da böyle halka ulaştığında mutlaka kabul göreceği teorisini de kuvvetlendirmiş oldu içimde. Nitekim bambaşka bir kitle , Ferzan Özpetek’in sinemasıyla tanışma fırsatı buldu tüm önyargıların ötesinde.



Yönetmenin daha önceki iki filminde de (Cahil Periler-Bir Ömür Yetmez) yer alan Margherita Buy’ın yanı sıra başrol oyuncusu Elio Germano dikkat çekiciydi. Kocaman gözleriyle öyle çok şey anlatıyordu ki, filmin son karelerinde ya da sevdiği adamın evine geldiğinde kendisine söylediklerinin ardından tutulma anında olduğu gibi, kimi zaman konuşmasına bile gerek yoktu. Bir şekilde her filminde yer alan yemek masası, başlarda etrafı boş olsa da sonraları yine dostluklara, keyifli sohbetlere ve kahkahalara mekan oldu. İlk karesinden son karesine bir diğer başrol de film müzikleriydi denilebilir. Daha önce Karşı Pencere ve bazı filmlerinde beraber çalıştığı benim de çok sevdiğim Andrea Guerra ile bir süredir çalışmamalarının nedenini bilmiyorum. Mine Vaganti filminde olduğu gibi bu filmde de Pasquale Catalano müzikleri yapmış, çok da güzel olmuş. Sezen Aksu’nun yaptığı, finalde yer alan “Gitmem Daha” için ise söylenecek söz yok. İnsan anlıyor ki sahiden müzik, evrendeki en önemli hatta belki de tek ortak dil. Sanat yönetiminin başarısını da elbette es geçmemek gerekir.

Hep düşünmüşümdür, acaba Türkiye’de filmlerini çekmeye devam etseydi neler olurdu diye. İnsanların hayatlarında kırılma noktaları vardır elbette. Hamam filminden sonra hamamcıların yaptıkları “bizim hamamlarımızda böyle şeyler olmaz” açıklamaları ya da Harem Suare’nin çekimleri sırasında karşılaştığı bürokratik engeller düşünüldüğünde ne yalan söyleyeyim her işte bir hayır varmış, iyi ki İtalya’da devam etmiş çalışmalarına diyorum. Çünkü bu ülkede derdini anlatmak bile zorken sanat yapmak, hem de kimi zaman insanların kendilerine dahi itiraf edemedikleri şeyleri onların yüzlerine karşı göstermek belki de imkansız. Bir film elbette yetmiyor her şeyi anlatmaya, ama her filmini izlediğmizde hayata dair anlar yakalamak mümkün. “Şahane Misafir” o keyifli anları barındıran filmlerinden sadece biriydi, ve damakta bıraktığı lezzet her zamanki gibi paha biçilemezdi…

bkn:La Finestra di Fronte-bekleyişler...vazgeçişler...


     İtalya'da bir Türk-Ferzan Özpetek

Barış Kerem BAHAR
NİSAN 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder