3 Ocak 2018 Çarşamba

Beyazperdede Müzikaller ve "The Greatest Showman"

Lumiere kardeşlerin hayalleriyle ilk adımları atıldığından beri sinema aslında varolan duygular ve olaylar kadar varolmayanları da aktaran bir araç olmuştur. Bilinmeyen her zaman ilgi çektiğine göre  masal anlatmanın da daha güzel bir yolu da düşünülemez elbette. Beyazperdede son 20 yıllık süreçte ortaya çıkan müzikaller ise bu masalsı yapıyı en renkli ve şatafatlı anlatan filmler olmuştur.

Sinema tarihine bakıldığında sessiz filmler ve sesli filmler olarak iki döneme ayırsak bile sessiz film döneminde de salonda müzik yaparak filme eşlik eden müzisyenlerin olduğu, yani müziğin bir şekilde hep sinemanın bir parçası olduğu unutulmamalıdır.

İlk sesli çekilen film olan 1927 tarihli "Jazz Singer" ın ardından müzikallerin belli başlı bir tür olması için çok uzun bir zaman geçmemiş, 1929'da bu türün ilk örneği olarak kabul edilen "Broadway Melody" çekilmiştir.

Müzikaller de kendi içlerinde birçok alt gruba ayrılabilir aslında. Öyle ki 30'lardan sonra FOX, PARAMOUNT gibi büyük film şirketleri zamanla kendi türlerini oluşturmuşlardır. Birçoğu halihazırda sahne için hazırlanmış gösterilerin filme alınmasıyla çıkan pozitif etki eden ve danslı olan bu filmler Fred Asteire-Ginger Rogers gibi ikililer de çıkarmıştır. MGM firması ise direkt olarak sinema için tasarladığı "Singing in the Rain", "Easter Parade" gibi eserleri kazandırarak türe başka bir boyut kazandırmıştır.

Yükselen maliyetler, sosyopolitik yapının değişimi gibi sebeplerle tür giderek kan kaybetmiş, insanların ilgisi azalmıştır. 70'lerde Martin Scorsese'nin "new York New York", Milos Forman'ın "Hair" gibi kalburüstü filmleri de önemli örneklerdendir.

Ne olmuştur da bu denli keyifli bir tür üzerindeki ilgiyi kaybetmiştir? Acaba artık birden durup şarkı söyleyen insanlar sıkıcı mı geliyordur insanlara, hem de sinema sanatının imkanları gelişen teknolojiyle iyice genişlemişken?


Birçok soru sorulabilir ancak en güzel cevabı 2001 yılında Baz Luhrmann olağanüstü bir postmodern yaklaşım ile yarattığı "Moulin Rouge" ile verir. Bana göre gelmiş geçmiş en önemli müzikal filmlerden biri olan filmi bu kadar özel yapan şey sadece içerdiği trajedi ve güçlü oyunculuklar değil, farklı dönemlerden müzikleri biraraya getirebilme becerisidir.  2002 tarihli "Chicago" ise bir Broadway müzikali olarak yıllar boyunca beyazperdeye aktararılamayacağı düşünülürken yönetmen Rob Marshall'ın  zekice yarattığı reji ile benzerlerinin arasından sıyrılır ve Oscar'a uzanır. Belki de uyarlama çalışmalarda artık farklı denemeler yapılması gerektiğini düşünen yapımcılar "Sefiller" filminin müziklerini önceden kaydetmek yerine film çekilirken canlı olarak kaydetmeyi tercih ederler. Sonuç harika olur, Hugh Jackman'ı parlattığı gibi Anne Hathaway'e de Oscar kazandırır.


 Geçtiğimiz yıl rekorlar kıran "La La Land" ise aslında 30'lar ve sonrası stüdyo müzikallerine bir saygı duruşu niteliğindedir. Tabi hepimize nostaljik  gelse ve çok beğenilse de benzer yapıda bir film daha çıksa aynı şekilde ilgi göreceğini sanmıyorum çünkü o günlerden bu günlere sadece sinema sanatı değil dünya da değişti, başkalaştı.

 Müzikal seven bir müzisyen olarak elbette "The Greatest Showman" filmini merakla bekliyordum. Ülkemize çok yansımasa da (çok az salonda gösterime girmesinden de anlaşılabilir) sosyal medya üzerinden ciddi şekilde tanıtımı yapılmıştı.  Hatta başrol oyuncularından Keala Settle için o kadar iddialı söylemler vardı ki, "Dreamgirls" filminde Jennifer Hudson'ın birden yıldızının parlayıp Oscar alması gibi büyük bir patlama yapacağına inanıyordum, nitekim izlediğimde de sesi açısından oldukça başarılı olduğunu gördüm.

Hugh Jackman'ın çok yönlü bir aktör olduğu, harika şarkı söylediği zaten bilinen bir gerçek. Bu filmde de bütün beklenilenleri veriyor. Canlandırdığı P.T.Barnum karakteri gerçek hayatta çok da iyi anılmayan, "Ne olursa olsun şov devam etmeli", "Reklamın iyisi kötüsü olmaz" gibi tartışılabilir sözlerin sahibi, şov dünyasının bugünkü haline gelmesine ciddi temeller yaratmış bir adam. Yaptığı işin etik açıdan çok tartışmalı olduğu aşikar ancak filmde çok da öyle yorumlanmamış, hatta farklı problem ya da engellerle hayattan uzak kalmış kişileri biraraya getirip onların kendilerine güvenmelerini sağlamış bir karakter olarak işlenmiş.

Film her ne kadar başından sonuna akıcı bir şekilde devam etse de Zac Efron gibi yapay bir oyuncu tek başına havayı bozabiliyor. Diğer taraftan müzikler bir müzikal için yeterli değil, yeterince akılda kalıcılığı yok. Filmin üslubu da biraz karmaşık, yer yer fazla teatral oluyorken kimi zaman daha gerçekçi bir reji görülüyor. Michelle Williams her ne kadar çok sevdiğim bir oyuncu olsa da bu filmde neden var, ne katabilmiş ya da karakteri neden bu denli 2 boyutlu olarak kalmış düşünmek lazım. Keala Settle gerçekten çok iyi bir sese sahip, ancak canlandırdığı karakterin onu Jennifer Hudson'ın Dreamgirls'te canlandırdığı Effie gibi taşıyabileceği bir yer yok, çokça pazarlanan "This is Me" bence yeni bir "And I am Telling You" olmaktan uzak. Filmde opera sanatçısı olarak tasvir edilen ve ortalığı kasıp kavurduğu iddia edilen kadın şarkıcı da opera değil oldukça tekdüze bir şarkı söylüyor, o şarkıyla ortalık kasıp kavruluyorsa ne ala...

Filmin en iyi tarafı elbette Hugh Jackman. Her ne kadar keyifle izlenebilen bir film haline getirse de birçok açıdan yapım Jackman'a birkaç gömlek küçük gelmiş. Eğer "Moulin Rouge", "Chicago" gibi dev bir film beklentisiyle gitmeyecekseniz keyifle izlenebilir ancak büyük umutlar beslememek lazım. Kendini geleceğe taşıyabilecek bir yapım olmamakla birlikte, kendi çapının farkında olduğunu da hissettiriyor.

Hala masallara inanan müzikal sevenler, bu masalı da izleyebilir.

Not: Eğer hala izlemediyseniz güzel bir müzikal film olarak vizyondayken ne yazık ki hakertiği ilgiyi göremeyen, müziklerini çok sevdiğim İtalyan besteci Andrea Guerra'nın yaptığı, Rob Marshall'ın "Nine" filmini izlemenizi öneririm.

Barış Kerem Bahar
Ocak 2018



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder