26 Şubat 2012 Pazar

The Descendants - gidenler,kalanlar...


           Herkesin hayatında “farkına” vardığı bazı anlar vardır. Kimi zaman gözler önünde, kimi zaman da gizli saklı kalmış, bir şekilde hayatlarımıza yerleştirilmiştir bu anlar. Bir an gelir, her zaman yediğimiz şeftalinin dış yüzeyinin ne kadar pürüzlü olduğunu anlarız, bazen hastaneye girdiğimiz anda birilerinin kederli yüzlerini görmek suçlu bir mutluluk hissi yaratır, kimi zaman ise en hazırlıksız olduğumuz anda, o ana kadar fark etmeyip belki de önemsemediğimiz şeylerin ellerimizden kayıp gitmesine bakakalırız. Tıpkı Hawai’li zengin toprak sahibi olan Matt'in, aslında hemen hemen göz ardı etmek üzereyken aniden neleri kaybetmek üzere olduğunu fark etmesi gibi.

            Alexander Payne, son yıllarda oldukça ilgi çeken isimlerden biri. Öyle filmler yapıyor ki, konu ve karakterlerin ötesinde bir şekilde oturduğunuz koltuktan adeta ekranın içine geçiyorsunuz. Bunun herkesde yarattığı etki farklıdır elbette ama kim Sideaways’i izlediğinde koşar adımlarla eline bir şarap kadehi almamıştır ki… Kim Miles ve John’un yanında o yolculuğa çıkmak, her şeyi ardında bırakarak kendini o üzüm bağlarında bulmak istememiştir ki… 2004 yapımı Sideaways, 5 dalda Oscar’a aday olduğunda her ne kadar birçokları için Payne ismi sürpriz bir şekilde ortaya çıkmış gibi görünse de, aslında çok önceleri yavaş yavaş sahneye çıkmakta olduğunu belli etmeye başlamıştı. İlk ayak sesleri 1996 yapımı Election ile geldi denilebilir. Reese Witherspoon ve Matthew Broderick’in başrolleri paylaştığı bu yapım, sıradan bir lisedeki öğrenci başkanlığı yarışını konu ediyordu. Aynı sıradanlığı bu yarış için söylemek ne kadar doğru olur bilemiyorum elbette, nitekim Witherspoon’un canlandırdığı hırslı kız öğrenci karakterini gördükten sonra insan ister istemez irkilmiyor değil doğrusu.

Alexander Payne
Ardından usta isim Jack Nicholson’un başrolünde olduğu About Schmidth geldi, böylece başarısının bir tesadüf olmadığını kanıtlamış oldu. Payne artık sıradan gibi görünen, hepimizin bir şekilde yaşamış olduğu ya da yaşayabileceği durumları olağanüstü doğallıkta aktaran bir yönetmen olarak akıllara kazınmaya başlamıştı.

            Herkesin hayatında “farkına” vardığı bazı gizli saklı anlar vardır. Descendants’ın ana karakteri Matt'in de adeta aklının başına geldiği bir an vardı elbette. Sadece birkaç saat öncesine dönebilseydim, her şey bambaşka olurdu diye kendimizi kandırdığımız anlardan… İçsel olarak aslında çoktan bağlarını ytitirdiği bir yaşanmışlığın farkına varması gibi, kaybetmekte olunan şeyin aslında insanın gözünde daha değerlenmesi demek çok mu acımasız bir tanımlama olurdu bilemiyorum. Nitekim Matt de o dakikadan sonra “iyi bir koca, iyi bir baba” olacağım diyor, bir daha asla eskiden sahip olabildiklerinin hepsine birden sahip olamayacağını bildiği halde. En azından ailesinin dağılmasını önlemek istiyor sanki en kazdan sağ çıkabilmenin bit yoluymış gibi…

            Payne her filminde daha da girift bir dramatik kurgu yaratıyor bence. Böyle hüzünlü bir hikayede karakterler ve durum zaman zaman mizah duygusuyla öyle ustaca dengelenmiş ki etkilenmemek elde değil. Bu noktada elbette Clooney’in başarılı oyunculuğundan bahsetmek gerekir. Hep belirli rollerin adamı olarak gördüğüm Clooney adeta harikalar yaratmış, tepkileri ve oyunculuğu çok duyarlı.


            Bazı anlara takılı kalmak ya da onları aşmak elbette bizim elimizde, bunu söylemek kolay ama ya hayata geçirmek… belki de Matt bile hiç bilmiyor ve bilemeyecek, ya karısı o komadan uyansaydı, yine bağlanabilecek miydi ailesine, yoksa insan sıra dışı durumlarda gerçeküstü hislere mi kapılıyor, tutamayacağı sözler mi veriyor kendine bile…Fakat tek gerçek var ki sürekli geçmişte yaşamak geleceğe geciktiriyor insanı, geleceğe koşmak ve şartlanmak ise yaşadığımız anı geçmiş yapıveriyor… Yaşamın sihiri belki de tempoyu yakalamakta, anı yaşamakta, ne koşarak ne durarak, belki de yürüyüş temposunda…

BARIŞ KEREM BAHAR
Şubat, 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder