12 Ocak 2012 Perşembe

Hugo - Scorsese'den bir masal

2012 Oscar ödüllerine adım adım yaklaşırken, aday olması beklenen filmleri izleme seramonisi de başladı pek tabii ki. Hugo’yu aday olması beklenen diye nitelendirilmektense adaylığa hatta ödüllere koşuyor demek hiç de abartılı olmaz.


 

Bazı yönetmenler vardır ki, isimleri telaffuz edildiğinde bir beklenti oluşur insanda. Çoğu zaman bu bir avantaj iken bazen bir dezavantaja da dönüşebilir elbette çünkü bazı beklentiler, insanın güzel olanı değerlendirme yetisinin ibresini şaşırtabilir. Scorsese ismini andığımızda ise, son yıllardaki yapıtlarını da göz önüne alırsak hemen hemen izleyeceğimiz her yapımının harika olacağını düşünüyoruz demek yanlış olmaz. Öyle ki, iyi filmler çekmenin yanı sıra oyuncularının da köklerini sağlamlaştıran bir yönetmendir. Bugün Robert de Niro denildiğinde belki de ilk akla gelen kare Taxi Driver,Goodfellas ya da Cape Fear filmindendir. Leonardo di Caprio’nun ise Titanic’teki sıradan ve yeri doldurulabilir performansının ardından bugünkü gibi starlığın ötesinde “iyi oyuncu” olarak nitelendirilmesine sebep olarak, Scorsese’nin belki de risk alarak kendisine ardı ardına Gangs of New York , Aviator , Departed , Shutter Island gibi üst düzey yapımlarda önemli roller vermesi denilebilir. Ayrıca Scorsese’nin son oniki yıldır Di Caprio’suz çektiği ilk filmdir Hugo.

Scorsese’nin 3 boyutlu bir film çekeceği söylentisi yayılmaya başladığında herkesde büyük bir merak uyandırmıştı. Son yıllarda ciddi bir trend haline dönüşen bu teknoloji, göreceli olarak daha genç olan Nolan gibi ustalar tarafından hala kullanılmıyor ve belki de sinema sanatının bir unsuru olarak görülmüyor. Bazı yapımlar sadece 3D teknolojisine dayanarak seyirciyi yakalamaya çalışırken böylesine bir ustanın ne yapacağı çok merak ediliyordu. Fakat ben de dahil olmak üzere bir çok kişi bu filmin tanıtımlarından dolayı Hugo’yu bir çocuk filmi zannediyordu ki kesinlikle yanlış bir pazarlama yapıldığını düşünüyorum.


Aldığı iyi eleştirilere rağmen “çocuk filmi” zannedilmesinden dolayı hiçbir arkadaşımı ikna edemeyerek salona tek başıma girdim. Gözlüklerimi taktım. Yorumlardan anladığım kadarıyla ustalıklı bir 3D işçiliği zaten bekliyordum. Fakat film başladığında, perdeden birileri adeta hipnotize etmeye başlamış gibiydi. Hayır, etkileyen yalnız filmin teknik işçiliği değildi. 1930’larda Paris tren istasyonunun duvarları arasında adeta sıkışıp kalmış bir yetimin hikayesiyle başlayan bu filmin içeriği ve anlattıkları, uzun zamandır görmediğim bir içtenlik, hatta sinemayı yaratanlara, sinemayı sanat haline getiren ustalara, hayalleriyle adeta bu sanatı şekillendirenlere bir saygı duruşu niteliğindeydi. Ağzım kulaklarımda, büyülenmiş şekilde filmi izledim, çok etkilendim.

Her zamanki gibi başta oyuncu seçimleri olmak üzere çok başarılı bir Scorsese filmi Hugo. Ben Kingsley, Sacha Baron Cohen ve Jude Law gibi oyuncular birer oyuncu değil, adeta filmin içine işlemiş gerçek karakterler haline gelmiş. Ama özellikle, daha önce oynadığı The Boy in the Striper Pyjamas’daki oyunculuğuyla beğenilen ve bu filmde Hugo’yu canlandıran çocuk oyuncu Asa Butterfield harikalar yaratmış.

Wall-E filminin dvd baskısındaki “Bir Pixar Hikayesi” belgeselini izlediğimde, böylesine bir başarının her türlü karşı çıkmaya, imkansızlıklara ve engellemelere rağmen gerçekleşebildiğini , bir kişinin hayalinin adeta bir kelebek etkisi yaratabildiğini görmüştüm. Hugo ise sinema sanatının nasıl sanat haline geldiğini, kimler tarafından bizlere armağan edildiğini günümüzdeki imkanları da sonuna kadar kullanarak anlatan bir Scorsese başyapıtı haline gelmiş. Film kesinlikle izlenmeli, özellikle de sinemayı sıradan bir eğlencelikten daha öte gören izleyiciler tarafından.

BARIŞ KEREM BAHAR
2012,Ocak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder