19 Mayıs 2013 Pazar

Baz Luhrmann'ın "Muhteşem" dönüşü...




Defalarca anlatılmış bir hikayeyi tekrar dinlememizi sağlayan şey nedir, ya da izlediğimiz bir filmi tekrar tekrar izlememizi sağlayan… Her repliği bilmemize, her satırı hatırlamamıza rağmen tekrar kalp atışlarımızın hızlanmasını sağlayan… Şüphesiz yeni bir soluk, yeni bir bakış açısı belki de bir sihir…

Sinema öyle bir sanat ki, kimi zaman sadece bir el kamerasıyla hatta yok denilebilecek bir bütçeyle kotarılan bir film sizi heyecanlandırabilirken, milyon dolarlar harcanmış ve büyük diye tabir edilebilen bir film gözkapaklarınıza hakim olamamanıza neden olabiliyor… Eğer hem büyük bütçeli hem de sizi gerçekten heyecanlandıran bir film ise mükemmel olabiliyor sonuç, tıpkı Baz Luhrmann’ın yeni harikası “The Great Gatsby” gibi.

 Filmin uyarlandığı F.Scott Fitzgerald’ın romanı 1920’lerin Amerika’sına ışık tutuyor. Hikayenin temelinde 1. Dünya Savaşı’nın ardından Amerika’da oluşan ve kayıp kuşak diye tabir edilen toplumun döneme ayak uydurması, bir şekilde yasadışı yollardan mevki para ve güç sahibi olan sonradan görme insanların ilişkileri, savaş sonrası değişen eğlence anlayışı, eskiyi reddediş ve açıkçası kadın kimliğinin özgürleşme yolundaki değişimi var denilebilir.




Hikayeyi, yönetmenin Moulin Rouge filminde olduğu gibi bir karakterin olayların ardından tüm hikayeyi kaleme alışıyla, onun ağzından dinliyoruz. Aslında gerek farklı müzik kullanımı, gerek sanat yönetimi açısından yönetmenin “Red Curtain” üçlemesini hatırlamamak mümkün değil. Yalnız bunu söylerken şu noktayı da unutmamak gerek. İzlediğimiz şey sadece tutan bir formülün tekrarlanarak kolaya kaçılması değil, mesela Rob Marshall "Chicago" filmindeki bazı formülleri "Nine" için tekrarladığında, onca önemli oyuncu ve harika bir hikayeye rağmen filmin başarılı olmasını sağlayamamıştı. Sanırım bu noktada en başta bahsettiğim o sihirin 
etkisini ve önemini hatırlamak gerekiyor.


 “The Great Gatsby” daha önce birkaç defa sinemaya uyarlanmış bir öykü. En hatırda kalanı 1974 yılında Jack Clayton’un çektiği ve Robert Redford’un başrolde olduğu uyarlaması denilebilir. Luhrmann’ın versiyonunda ise aynı karakteri Leonardo di Caprio canlandırıyor. Titanic’te izlediğimde filme hiç yakıştıramadığım hatta itici bulduğum oyuncu son yıllarda öyle yapımlarda yer alıp öyle karakterlere can verdi ki- Shutter Island ve Inception en başta sayılabilir- artık ismini duyduğumda bile film gidilecekler sıralamasında üstlere taşınıyor.

Daisy karakterini canlandıran Carey Mulligan ise bence son yılların en önemli oyuncularından biri. Shame filminde şarkı söylediği sahneyi unutmak mümkün değil , ya da Never Let Me Go filminde Uzakdoğulu yazarların o her şeyi normalmiş gibi gösterebilen olağanüstü dilinden çıkan karaktere verdiği gerçekliği görmezden gelmek…

Filmin soundtrack in de Jay Z öne çıkıyor, fakat her ne kadar benzerlikler olsa da Moulin Rouge kadar yoğun bir post-modern yaklaşım sözkonusu değil.

Luhrmann 3D teknolojisini kullanmış bu filmde, fakat açıkçası kullanmasaydı da çok bir şey değişmezdi bence, zaten görselliği yeterince güçlü filmler çeken yönetmenin bu tür numaralara hiç ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum.

DVD-BLURAY koleksiyoneri olan biri olarak evde rafların önünde arkadaşlarla film seçimi yaparken sanırım en garipsediğim cümle “bu filmi izledim, bu film tvde çıktı” diyerek filmleri elemeleridir. Oysa bence filme değer katan şey tekrar izlenebilir olmasıdır. Biri çıkar bir hikayeyi bilmenize rağmen öyle bir anlatır ki kalp atışlarınızı hızlandırır , dikkatinizi çeker ve artık o hikayenin içindesinizdir. İşte Baz Luhrmann o anlatıcılardan , “The Great Gatsby” ise o hikayelerden biri…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder